Guillermo del Toro, ‘Frankenstein’ ile bu kez bir canavarı değil, insanlığın bastırılmış vicdanını mezarından kaldırıyor. Onun sinemasında korku artık deney tüplerinden değil, kalbin en sessiz odalarından sızıyor. del Toro, eski bir miti yeniden hayata döndürürken dehşeti bir biçim olarak değil, insan varoluşunun kaçınılmaz yankısı olarak yeniden tanımlıyor.
Mary Shelley’nin 1818 tarihli Frankenstein; ya da Modern Prometheus’u, yalnızca gotik edebiyatın mihenk taşlarından biri değil, aynı zamanda insanın yaratma tutkusuna, Tanrı’ya öykünme arzusuna yazılmış bir ağıt gibiydi. Yüzyıllar boyunca yeniden anlatılan bu hikaye, del Toro’nun ellerinde bir başka bedene bürünüyor. Ancak bu kez mesele bir yaratığın hayata kavuşması değil; yaratıcısının kendi yüzüyle, kendi gölgesiyle karşılaşması. Bu karşılaşma, modern sinemanın en derin aynalarından birine dönüşüyor. İşte detaylar:

Melankolinin Anatomisi
del Toro’nun sineması daima “yaralı ruhların hikayeleri” etrafında şekillenir. Cronos’ta ölümsüzlük arzusunun lanetini, The Devil’s Backbone’da savaşın hayaletlerine dönüşmüş çocukluğun izlerini, Nightmare Alley’de ise hırsın insan suretinde aldığı karanlığı anlattı. Frankenstein ise bu üç evrenin iç içe geçtiği bir doruk noktası gibi; gotik bir zarafetin, varoluş sancısıyla çarpıştığı, insani arzularla vicdanın birbirine dolandığı bir eşiğe dönüşüyor.
Bu kez kamera yalnızca olayları kaydetmiyor, duyguların iç dokusunu açığa çıkarıyor. Işık, karakterlerin içsel boşluklarını yansıtıyor; gölgeler ise onların bastırdığı hakikati yüzeye çıkarıyor. del Toro’nun kullandığı renkler hem doğumu hem ölümü aynı çerçevede buluşturuyor. Her sahne sanki özenle boyanmış bir tablo, her duygu titizlikle açılmış bir yara gibi perdede can buluyor.


Bir Roman Gibi Akan Sinema
Frankenstein’ın en büyüleyici yanlarından biri, bir filmden çok okunan bir hikayeyi andırması. del Toro, yönetmen koltuğunda bir sinemacıdan çok bir yazar gibi davranıyor; kamerası adeta bir kalemin işlevini üstleniyor. Her sahne, ustalıkla kurulmuş bir paragraf hissi veriyor; her kurgu geçişi, hikayenin kalp atışına denk düşen bir cümle gibi yankılanıyor.
Bu anlatım anlayışı sayesinde film, süresinin uzunluğuna rağmen sürükleyici bir okuma deneyimi gibi ilerliyor. Seyirci, olayların akışından çok duyguların katmanlarına rehberlik ediyor. Frankenstein’ın yaratığını izlemekle kalmıyoruz; onunla birlikte insan olmanın ağırlığını ve vicdanın yankısını hissediyoruz. del Toro, korkuyu bir araç değil, düşünmeyi tetikleyen bir ayna haline getiriyor. İzleyicisini ürkütmeyi değil, sarsıcı bir farkındalıkla yüzleştirmeyi tercih ediyor.




Yaratıcı ile Yaratılan Arasında: İlahi Bir Sorgu
Film, Victor Frankenstein ile yarattığı varlık arasındaki bağı klasik bir “baba-oğul” metaforunun ötesine taşıyor; ilişki neredeyse kutsal bir sorguya dönüşüyor. Artık mesele Tanrı’ya öykünmek değil, Tanrı’nın sessizliğine dayanabilmek. Hayat verme kudretiyle onu sonlandırma iradesi arasındaki sınır, insanın vicdanında çatlıyor.
Jacob Elordi’nin hayat verdiği Yaratık, Shelley’nin çirkinlik ve dehşet üzerinden kurduğu betimlemeden oldukça uzak. del Toro, “çirkinlik” kavramının farklı bakış açılarından da anlamları olduğunu hatırlatıyor. Bu nedenle Elordi’nin yüzündeki güzellik, ironik biçimde trajedinin merkezine yerleşiyor. Yaratığın kalbinde hala bir saflık kıvılcımı varken, insanın içinde çürüme çoktan başlamış durumda.



Güzelliğin Laneti ve Sessiz Çığlık
Elordi, del Toro’nun kamerasında bir oyuncudan çok, bir sembol gibi konumlanıyor. Priscilla’daki gösterişli karizmasından uzaklaşıp, burada sessizliğin gücüne teslim oluyor. Yönetmen, onun güzelliğini bir kusur gibi kullanıyor; her plan, yüzündeki huzursuzluğun yankısıyla doluyor. Işık vurdukça, o yüz masumiyetle suç arasında gidip geliyor. İzleyici, Elordi’nin bakışlarında bir canavarın değil, affedilmeyi dileyen bir ruhun titremesini görüyor.

Sonuç
del Toro’nun tüm karanlık masallarında olduğu gibi, bu filmde de gölgelerin arasından bir umut ışığı sızıyor. Yaratık öfkesinden çok varlığının anlamını ararken, Victor kendi Tanrısal kibriyle boğuşuyor. del Toro, dehşetin içinden merhamet, korkunun içinden anlayış çıkarıyor.
Frankenstein ne bilimin soğuk bir öyküsü, ne de lanetin klasik bir versiyonu. Bu, insan olmanın ağır yükü üzerine yazılmış çağdaş bir ağıt. del Toro, Shelley’nin mitini yeniden yorumlamıyor; ona yeni bir kalp atışı kazandırıyor. Ve perdede gördüğümüz bir canavar olmaktan çıkarak “bizim yüzümüz, bizim gölgemiz, bizim suçumuz” haline geliyor.




